OHAL'DE HUKUK İNSANLARI
“Bir tek haksızlık, bunu benliklerinde hissedenlerin sayısı nispetinde şiddetlenmiş olur.”
Honore De Balzac, Köy Hekimi
15 Temmuz 2016 tarihinde darbe girişiminde bulunan askerler etkisiz hale getirilmeden ve henüz kimin darbeci, kimin vatansever olduğu ve darbeci iseler kimlik bilgileri ve rütbeleri tespit edilmeden; dönemin HS(Y)K’sı tarafından 2745 hâkim-savcı birgünde alınan teftiş kurulu ön rapor, soruşturma izni için onay ve 2. Daire’nin kararı ile açığa alınmıştır. Bu kişiler hakkında, 1982 Anayasası’nda ve 2802 sayılı Kanun’da belirtilen hiçbir teminat dikkate alınmaksızın, sıradan bir vatandaş için dahi gözaltına almaya yetmeyecek nedenlerle bu kişiler hakkında whatsapp yazışmaları yoluyla Başsavcılıklara gönderilen evraklar ile genel soruşturma işlemleri başlatılarak gözaltı ve tutuklama koruma tedbirleri uygulanmıştır.
Bu kişiler açığa alındıklarında ne bylock iddiası, ne itirafçı beyanı, ne 1 dolar mevzuu, ne de ankesörlü arama gibi deliller hukuk dünyasında ortaya çıkmamış konulardı. İlk etapta açığa alınan 2745 kişinin neredeyse tamamı 15 Temmuz 2016 tarihinde mesai saatlerinde hâkim-savcı olarak adliyelerde görev yapan, bir takım terör örgütlerinin soruşturmalarını ve kovuşturmalarını yürüten, Devlet’in üç erkinden biri ve hukuk devletinin teminatı olan yargı organının birer çalışanıydılar. Devlet’in lojmanlarında kalan, kolluk birimleriyle sürekli irtibat halinde olan, bütün hayatları göz önünde bulunan bu kişiler mesailerini tamamladıktan sonra, üzerinden 12 saat bile geçmeden; “darbe girişiminde bulunan askerlerle fikir ve eylem birliği içerisinde bulunan teröristler” olarak nitelendirilip kendi meslektaşlarıtarafından gözaltına aldırılıp devamında da tutuklanmışlardır. Medyadan takip ettiğimiz üzere, bazı yargıçlar kürsüde duruşma yaparken polisler tarafından duruşma salonuna girilip, bileklerine kelepçe vurulup götürülmüş, bazıları mahkeme başkanı olarak Fetö iddiasıyla yargılama yaparken açığa alınmış, özellikle küçük yerlerde tutuklamayı yapan Sulh Ceza yargıcı, “terörist hakim!” arkadaşını tutukladıktan sonra boynuna sarılıp helallik istemiştir. Sosyal medyaya yansıyan bu gibi örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Bu yazının konusu hâkim-savcı soruşturma/kovuşturma işlemleri ile disiplin işlemlerinin hukuktartışması olmadığı için, hakim-savcılar özelinde yürütülen adli ve idari süreç hakkında daha fazla detay vermeye gerek duymuyoruz.
Bu makaleyi kaleme almamın temel nedeni, ihraç olmuş ancak adli süreç içerinde beraat etmiş veyahut takipsizlik kararı almış kişilerin mağduriyetlerini dile getirmektedir. Yukarıda izah ettiğim gibi; yaklaşık 6 aylık süreçte 4500 hâkim-savcı detaylı araştırma yapılmadan ihraç edilmiştir. Bu sebepten ötürü adli süreçte, ihraç olan birçok hâkim-savcı hakkında beraat ya da takipsizlik kararı verilmiştir. Bu kişilerin terör örgütü üyesi olmadıklarının, hukuk devleti içerisinde tespit edilebileceği tek mercii olan yargı makamlarınca tespit ve tasdik edilmiş olmasına rağmen, ne mesleklerine geri döndürülmüş ne de avukatlık, noterlik, arabuluculuk, öğretim görevliliği gibi okumuş oldukları bölümle alakalı bir iş yapmalarına müsaade edilmemiştir.
Hayatları devletin bütün istihbarat kurumları tarafından didik didik edilip anne, baba,eş, kardeş, çocuk gibi bütün yakın akrabaları süzgeçten geçirilip, bu network’un üyesi olmadığı anlaşılan kişilerin; senelerce emek vererek elde ettikleri donanımlarını kullanamamaları; hem toplum hem devlet hem de kendi özelhayatları için bir kayıptır. Burada gerçekten bu yapının bir üyesi olmuş, vicdanını ve kalbini bu yapıya kiralamış ve mesleğini kullanırken adaletten uzaklaşmış kişileri ayrı tutuyoruz.
Bir hukuk devletinde, herhangi bir vatandaşın suçlu ya da suçsuz olduğu kanunlar çerçevesinde yargı makamlarının takdirinde olan bir husustur. Adli makamlar birkişinin suçsuz olduğunda kanaat getirdiyse; idarenin artık bunun ötesine keyfi bir şekilde geçerek; irtibat, iltisak, sempati, gönül bağı, akrabasının mahkûmiyeti, kardeşinin kredi kartını kullandığı banka gibi değişik gerekçelerle bu kişileri mesleklerine iade etmemesinin hukuki hiçbir dayanağı yoktur. Anayasa ve AİHS’ intemel maddeleri okunduğunda bu husus gayet nettir.
İdare, bir günde açığa alıp birkaç ayda da kesin olarak ihraç ettiği ve masum olduğu anlaşılan bu kişilerin, mesleğe tekrardan kabullerini yapmadığı gibi, ilk derece mahkemesi sıfatıyla iade kararının iptalini değerlendiren Danıştay da 15 Temmuz’dan bu yana geçen 3 yıllık süre zarfında,henüz bir tane dahi karar vermemiştir. Danıştay’ın bu işi ağırdan alması bu kişileri ikinci defa mağdur etmektedir.
İhraç olduğundan bu yana 3 yıl süre geçen bu kişilerin, bir kısmı artık hâkim-savcılık mesleğini yapmaktan vazgeçtikleri için ya da kendilerine göre geçici olan bu süreci atlatmak amacıyla serbest avukatlık yapmak üzere barolara müracaat etmişlerdir. Türkiye’de baroların nerdeyse tamamı beraat etmiş veya takipsizlik kararı almış bu kişilerin ruhsat başvurularını kabul ederek avukatlık yapmalarına izin vermiştir. Bu kez Adalet Bakanlığı devreye girerek, bu kişilerin ruhsatlarının iptali için yürütmenin durdurulması talepli iptal davası açmıştır. İstisnasız bütün idare mahkemeleri de, bu davalarda idare lehine bir tutum takınarak, idarenin YD taleplerini kabul etmişlerdir. Zaten ülkemizde hukukun yavaş işlediği dikkate alındığında, iptal davası sonuna kadar YD’ nin devam ettiğini de hesaba kattığımızda fiilen bu kişilerin en fazla 2-3 ay avukatlık yaptıktan sonra bir daha bu işi de yapamadıkları ortadadır. Yaşadıkları 3. mağduriyet budur.
Burada ayrıca bir konuyu belirtmek gerekir: 667 sayılı KHK’nın 4. maddesinde bir daha kamu hizmetinde istihdam edilemeyeceği sayılan kişiler arasında bu KHK’ nın 3. maddesinde düzenlenen yargı mensuplarının yer almaması ve bu grubun istisna tutulması, bilahare yargı mensuplarının KHK ile değil de HS(Y)K Genel Kurulu’nun kararıyla ihraç edildikleri düşünüldüğünde; bu kişilerin bir daha kamu görevinde istihdam edilmeyecek kişiler arasında sayılmadıkları açıktır. Bu sebepten dolayıdır ki, ihraç olan 500 hakim-savcı peyderpey HS(Y)K kararıyla mesleğe kabul edilmiştir. Burada vurgulamak istediğimiz asıl konu, serbest avukatlığın kamu görevi sayılıp sayılmadığıdır. Biz eğer bir işi değerlendirirken, kamu ile ilgili olup olmadığında bakacak isek, simit satmak dahi kamu hizmeti ile ilgilidir. Burada kamudan kasıt, bizim anlayabildiğimiz devlet görevidir. Serbest avukatlığın da bu bağlamda devletle doğrudan bir bağı yoktur. Zira Fetö ve ya başkaca terörörgütleri üyeliği kapsamında binlerce avukat gözaltına alınmış, tutuklanmış, haklarında davalar açılmış ve cezalar verilmiştir. Buna rağmen bu kişiler, mahkûmiyet kararı kesinleşmediği için halen avukatlık yapmaktadırlar. Fakat ihraç olup beraat eden/takipsizlik kararı alan hâkim-savcıların masumiyetleri ispatlanmış olmasına rağmen, serbest avukatlık dahi yapamamalarının hukuken bir izahı yoktur.
Mesleklerine geri döndürülmeyen, avukatlık yapamayan, noterlik, hazine avukatlığı, öğretim görevliliği gibi işlere de kabul edilmeyen bu kişiler, haklarında oluşan olumsuz algıdan dolayı sosyal hayata entegre olmakta da zorlanmaktadırlar. Bu sebepten, ihraç olmuş bir kısım yargı mensupları, hukukun tamamen dışında; garsonluk, kebapçılık, esnaflık, çiftçilik, pompacılık, inşaatçılık, hayvancılık gibi donanımları dışında işlerde çalışmak zorunda bırakılmışlardır. 15 Temmuz’dan bir gün önce, toplumun sosyal statü ve ekonomik anlamda üst sınıfında yer alan bu yargı mensupları, suçsuz olmalarına rağmen önce özgürlüklerini, sonra mesleklerini sonra da üniversite diplomalarını kaybetmişlerdir. Bu kişiler beraat etmelerine rağmen, hâlihazırda başka bir ülkeye gidip hayat kurmak isteseler bile önlerine konan idari takyidat yüzünden ülkeden de dışarı çıkamamaktadırlar. Ülke içinde bir hayat kurmalarına izin verilmeyen, kendi ve çocuklarının gelecekleri için bir öngörüleri bırakılmayan, Fetö sebebiyle ihraç olup beraat etmelerine rağmen isimleri devletin neredeyse tüm kurumlarında sakıncalı olarak gözüken bu TC vatandaşları, nasıl yaşamayı hak ediyorlar? Bu kişilerin çocukları büyüdüklerinde, anne-babalarına yapılan bu haksızlığı öğrendiklerinde, devlete bağlılıkları nasıl olacaktır? Bir kısmı yetişkin olan bu çocukların yaşadığı travma ve muhtaçlık nasıl unutturulacaktır?
Ben bir insan hakkı savunucusu olarak suçsuz yere hayatları ellerinden alınan bu kişilere; devletin ve bu karara imza atan bürokratların özür borcu olduğunu düşünüyorum. İnsanların gelecekleri hakkında karar veren, peygamber postunda oturan, inancının temeli adaletle hükmetmek olan bir dine mensup yüksek görevli yargıçların, ihraç veyahut tutuklama gibi kararları verirken kendileri, hakkında karar verdikleri kişi yerinde olsaydı nasıl bir muamele ile karşılaşmak istiyorlarsa, o kişilerede öyle muamele etmelerini amaç edinmiş olmalarını beklerdim.
Sonuç olarak, ülkemizde insan hakları ihlalinin yoğun yaşandığı bir dönemden barış ve hakkaniyetle çıkmak için, masum olan kişilerin kaybettikleri itibarlarının tekrar geri kazandırılması elzemdir. Bu bakımdan ilk haksızlığa uğrayan, daha darbe girişiminin darbe girişimi olup olmadığının belli bile olmadığı bir zaman diliminde, darbeci olarak açığa alınıp haklarında gözaltı/tutuklama tedbirleri uygulanan bilahare ilerleyen süreçte masum olduğu yargı kararıyla ortaya çıkan yargı mensuplarının, mesleklerine iade edilmesi, en azından hayata tutunmaları için avukatlık yapma haklarının kendilerine tanınması önem ve öncelik arzetmektedir.
AV. VİLDAN YİRMİBEŞOĞLU