KADIN, ADAM VE BEBEK: BİR BYLOCK DRAMI
Adalet,insanlıktan uzaklaşınca; zulüm olur, işkence olur, korkutma olur.
Oktay Akbal –SABAH DÜŞÜNCELERİ
İstanbul’da serin bir sonbahar akşamıydı. KADIN, 8 aylık bebeğini henüz uyutmuş, akşam yemeğini pişirmiş ve televizyonun karşısında en sevdiği dizinin özetini izleyerek eşinin eve gelmesini bekliyordu. Bir an kapı zili çaldı. KADIN kaç defa ADAM’ı işten gelirken zile basmaması için uyarmıştı. Zira bu saatlerde hep bebeği uyuyordu. Ağır ağır kalktı, terliklerini giydi ve kapıya doğru yönelmişken zil bu kez iki kere uzun uzun çaldı. İşte buna sinirlenmişti. ADAM bebeği uyandıracak diye düşünüyordu. Telaşlı bir şekilde evin kapısını açtı. Ancak karşısında eşini değil, üzerlerinde polis yeleği olan dört kişiyi gördü. Şaşırdı ve ne olduğunu anlayamadı. Tek söyleyebildiği “Hayırdır?” oldu. Polisler kısaca KADIN hakkında gözaltı kararı olduğunu ve evini arayacaklarını söyleyerek içeri girdiler. KADIN bir anlam veremiyordu; ne gözaltısı, ne araması, ne yapmış olabilirdi ki? Grupta bulunan bayan polise cesaretini toplayıp yaklaşarak; “Ne ile suçlanıyorum, ben bir şey yapmadım, kendi halinde bir ev kadınıyım.” diyebildi. Bayan memur devlet ciddiyetiyle, hakkında Bylock kullandığı iddiası olduğunu söyleyerek kestirip attı. Bu esnada diğer memurlar evin her tarafını aramaya başlamışlardı bile. Arama işlemi çocuk odasına gelince KADIN’ın “Bebeğim uyuyor.” demesi üzerine polisler “Kaldır bebeğini, orayı da aramamız gerekiyor.” dediler. KADIN usulca bebeğini kucağına alarak polisleri şoka girmiş bir vaziyette izlemeye başladı. Sanki bütün vücut fonksiyonları iptal olmuş, konuşma yeteneğini kaybetmişti. Titreyen elleri arasında huzurla uyuyan ve az sonra annesinden ayrılacağının farkında bile olmayan BEBEK’e sarılarak ayakta durmaya çalışıyordu.
Arama işlemi tamamlandıktan sonra polisler KADIN’ın da kendileriyle birlikte emniyete gelmesi gerektiğini söylediler. KADIN “Eşimi beklesek olmaz mı? Birazdan gelir.” dedi. Ancak polisler “Bekleyecek zaman yok, işimiz var.” deyince, “O zaman bebeğimi de yanıma alabilir miyim?” diye sordu. Sert bir hayır cevabı alınca “Bebeğimi ne yapayım, kime bırakayım? Burada kimsem yok, eşim de henüz dönmedi.” diye ağlamaklı bir ses tonuyla çare bulmaya çalıştı. O sırada evde polisler olduğunu gören kapı komşusu içeriye girdi. Yapacak başka bir şeyi olmadığı için KADIN “Bir yanlışlık var.” diye düşünerek BEBEK’i birkaç saatliğine komşusuna emanet ederek polislerle beraber evinden çıktı. Merdivenlere doğru yönelmişti ki, bayan memur kendisine seslenip yanına çağırdı ve ellerini uzatmasını söyledi. KADIN ne olduğunu bilmeden otomatik bir şekilde ellerini uzattı. Polis “Kollarını sıyır!” diyerek elini beline attı ve çıkardığı kelepçeyi KADIN’ın bileklerine taktı. Dünyası başına yıkılan KADIN, o an bileklerini sıkan soğuk metalin farkında bile değildi, tek düşüncesi geri de bıraktığı yavrusu ve önündeki belirsizlikler zinciriydi.
Dünyanın en uzun ve en sıkıntılı yolculuğundan sonra emniyete getirilen KADIN, binanın zemin katına indirilerek bir nezarethane odasına kelepçesi açılarak konuldu. Kelepçenin bileklerinde bıraktığı derin çizgileri ancak o an fark edebilmişti. Yumuşak bir şekilde bileklerini ovuşturduktan sonra içinde bulunduğu durumu değerlendirmeye çalıştı. O genç ve kısa hayatını kabaca düşündü. Acaba nerede bir hata yapmıştı? Zira bir türlü “terörist olmak” gibi bir suçlamanın niçin üzerine atıldığını anlayamıyordu. Üzerindeki stres azalıp nezarethane koşullarına uyum sağladıkça üşümeye başladı. Eskiden beri soğukla arası hiç iyi olmamıştı. Kış mevsimlerini hastalıklarla boğuşarak geçiren narin bir bedeni vardı. Titriyordu, korkudan ve soğuktan… Diğer nezarethanelerden bağırma ve ağlama sesleri geliyor, demir parmaklıklara metal bir cismin vurulmasından çıkan çınlamayla yüreği pır pır ediyordu. Kendisini ne arayan vardı ne de soran, acaba eşi bu durumu öğrenmemiş miydi, yoksa onunda mı başına bir şey gelmişti diye evhamlanıp içi içini yiyordu. Kendisine yemek getiren memurlardan birine “Ben neyi bekliyorum?” diye sorunca; savcının dört gün gözaltı kararı verdiğini, dört gün sonra adliyeye götürülüp ifadesinin alınacağını öğrendi. Dört gün burada kalacağını hiç düşünmemiş, yanına temiz kıyafet almak da aklına gelmemişti. Ve burası çok soğuktu, montsuz durmanın imkanı yoktu. Eşinin telefonunu oradaki yetkililere vererek durumdan ADAM’ı haberdar etmelerini ve mümkünse kendisine kıyafetler getirmesini söylemelerini istedi. Velhasıl dört koca, kabus dolu gün geçti. Ne eşi geldi ne de istediği kıyafetler… Önce emniyette ifadesini aldılar, sonra savcının önüne çıkardılar. En sonunda ise mahkeme huzuruna getirdiler. Sorular hep aynıydı: Bylock kullandın mı, örgütle bağın ne, kimlerle yazıştın, ne talimatlar aldın, etkin pişmanlıktan faydalanacak mısın? KADIN’ın cevapları da hiç değişmedi: “Bylock kullanmadım, yüklemedim, böyle bir programdan haberim dahi yok!” KADIN bu feryadını yetkili hiç kimseye duyuramadı. Mahkemede genç bir hakim “Tutuklandınız!” dedi. KADIN’ın tek tepkisi “Benim 8 aylık bebeğim var, burada kimsem yok, eşim de çalışıyor, çocuğuma kim bakacak, yapmayın hakim bey.” demek oldu. Hâkim umursamaz bir tavırla “BEBEK’e bakacak kimse yoksa Devlet’in Çocuk Esirgeme Kurumu var, oraya gönderebiliriz.” demek oldu. KADIN’ın başından aşağı kaynar sular dökülmüştü, 8 aylık bebeğini kim olduğunu bilmediği, nasıl olduğunu görmediği bir yere emanet edebilir miydi? Evraklara imzalar atıldıktan sonra KADIN adliye koridorundayken eşini gördü, çocuğunun eşiyle birlikte olduğunu öğrenmenin bir nebze olsun iç huzuruyla; yaşamının bir parçasını sürdüreceği Kadın Cezaevine polislerce elleri kelepçeli bir şekilde götürüldü.
Cezaevi girişinde formaliteler tamamlandıktan sonra, bir avuç içi büyüklüğünde camı olan, büyük demir bir kapının önüne getirilerek üst araması yapılıp, “Allah kurtarsın!” denilerek koğuşuna kapatıldı. Daha önce tutuklanan ve cezaevi koşullarına alışmış diğer kadınlar önce kendisine bir sandalye çekip su verdiler. Burada KADIN kısaca başından geçenleri anlattı ve çocuğunu düşünerek hüngür hüngür ağlamaya başladı. O başlayınca, diğer kadınlar da kendilerini tutamayıp ağlamaya başladılar: Kimi çocuğunu anlattı, kimi eşini, kimi ana babasını… Bir süre sonra KADIN’ın kalacağı odayı belirleyerek birkaç parça eşyasını odasına yerleştirip uyumasını söylediler. Öyle ya uyku mahpusluğun canına okur denilir. KADIN üzerine rahat bir şeyler giyerek en son iki gün önce emniyette sağdığı göğüslerini çok sancı yaptığı için koğuş lavabosuna giderek bir kez daha sağmaya başladı. KADIN göğüslerinden akan sütlere baktı, bakarken gözlerinden süzülen yaşlara engel olamadı. Nasıl engel olsun ki? Daha dört gün önce bebeği bu sütlerle karnını doyuruyor, anne kokusunu alıyor ve karnı doyduktan sonra da KADIN’a gülücükler saçıyordu. Bebeğinin o cennet kokusu burnunda tütüyor, sıcaklığını adeta teninde hissediyor, emzirmenin anneye verdiği o tarif edilmez duyguyu bir daha yaşayamayacağını düşünerek gözyaşları sel olup akıyor, göğsünden akan sütlere karışıyordu. Cezaevindeki ilk sabahında sayım sesiyle birlikte uyandı. Hayatında ilk kez sayılıyordu. Kıdemli arkadaşları burada yaşamak için bir takım ihtiyaçların olduğunu, bu ihtiyaçların kantin vasıtasıyla haftada sadece bir gün giderebileceğini söyleyerek; kendilerince önemli gördükleri bir takım şeylerin listesini yaparak ona yardımcı olmaya çalıştılar. KADIN yaşadıklarının şokunu hala atlatamamış, bu yaşadıklarının kötü bir rüya olduğunu hayal ederek bir an önce bu rüyadan uyanmak istiyordu. Ama nafile! Bu yaşadıkları gerçeğin ta kendisiydi.
Koğuştaki ilk öğle yemeğinde koğuş arkadaşlarının hiçbirisinin karavanada gelen çorbadan kendilerine almamalarına bir anlam verememişti. Ta ki, koğuşta bulunan bir buçuk yaşındaki kız çocuğunu görene kadar… Cezaevi yönetimine defalarca kez dilekçe yazılmış olmasına rağmen; 1.5 yaşındaki kız çocuğuna yemesi için özel bir öğün getirilmiyor, çocuk da çorbadan başka bir yemek yiyemiyordu. Kaldığı tüm süre boyunca diğer kadınlar gibi kendisi de bir kez olsun çorba içmeyip, tüm hakkını o masum yavruya ayırmıştı. Zaman zaman kendi bebeğini yanına almayı aklından geçirse de; koşullar itibariyle halı olmayan beton bir zeminde, mama gibi özel bir yemek verilmeden, mantar kapan çocuğun hastaneye götürülmeyip ilaç verilmediğine şahit olunca bu fikrinden vazgeçmişti. Çocuğunun hasretine bir şekilde dayanmaya çalışıyor, kan bağı bulunmayan koğuşundaki bu yavrucağa sarılarak hasretini dindirmeye çalışıyordu.
Evlat hasretiyle yanıp tutuşurken; çocuğunu ancak haftada bir kez cam bir bariyerin ardından görüp iki ayda bir kez de çocuğuna açık görüşte 50 dakika sarılabileceğini öğrenmesi onu kahretmişti. İki gün sonra yapılacak olan kapalı görüşün stresli bekleyişi kendisini sarmıştı. Çocuğunu bir asır kadar uzun gelen 7 günlük bir aradan sonra ilk defa görebilecekti. Bu arada göğüslerindeki sütler çekilmeye başlamış, bebeğini bir daha emzirme şansı da ortadan kalkmıştı.
Kapalı görüşten bir gün öncesi, koğuş arkadaşlarının yaptığı gibi kendisini ziyarete gelecek kişilere moral olması ve iyi görünmek için; güzelce duşunu aldı, saçlarını taradı ve dinç gözükmek için erkenden yattı. Heyecandan, sabah sayımından sonra hazırlanan kahvaltıdan hiçbir şey yiyemedi. Sadece bir an önce camın karşısından da olsa eşini ve bebeğini görmek istiyordu. Derken demir kapının sürgüsü açıldı, kilidi çözüldü ve bir gardiyan elindeki listeden isimler okuyarak bunların dışarı çıkmalarını söyledi. KADIN’ın ismi bir türlü okunmamıştı, geriliyor ve çıldıracak gibi hissediyordu. Acaba gelmemişler miydi? Bunu düşünürken ismi telafuz edildi, bir hışımla kapının dışına çıktı. Görevliler önce üst araması yaptılar, ayakkabılarını çıkarttırıp içlerine baktılar, koluna girerek KADIN’ı görüş yapacağı bölüme getirdiler. KADIN boş bulduğu bir bölmeye girerek beklemeye başladı. Sabırsızlanıyordu, zira altı üstü 50 dakikalık bir görüşme süresi vardı ve süre de başlamıştı. Bu arada gözü eşini bulmuştu, ADAM kucağında BEBEK’le bölmeleri geziyor ve KADIN’ı arıyordu. KADIN el işareti yaptı, bunu fark eden diğer ziyaretçilerden birisi ADAM’ın omzuna dokunarak KADIN’ı gösterdi. ADAM koşa koşa bölmenin karşısına geçti ve kapalı görüşü sağlayan telefona sarıldı. BEBEK’te annesini görünce kuş gibi çırpınmaya başladı. ADAM, henüz tay tay yürüyen bebeği, camın önündeki betonun üzerine koydu. Bebek bu ya, ne anlasın camdan! Annesine sarılabileceğini düşünerek cama doğru kendini atıverdi. Atmasıyla birlikte burnu, cam bariyere çarptı ve can acısıyla bağıra bağıra ağlamaya başladı… BEBEK camın bir tarafında acıdan, KADIN camın öte tarafında çaresizlikten ağlıyor; ADAM ise göz yaşlarını içine akıtarak güçlü görünmeye çalışıyordu. BEBEK’in acısı dindikten sonra hızlıca bir haftadır başlarına gelen olayları konuşmaya başladılar. Kara haber tez duyulur. ADAM’ın çalıştığı inşaat firması, KADIN’ın başına gelen durumu öğrenmiş ve ADAM’ı tazminatsız bir şekilde, firmasında Fetöcü eşi olan birine yer olmadığını belirterek kapı dışarı koymuştu. Çıkarken de tazminatlar için kendisini mahkemeye verebileceğini söyleyerek yol da göstermişti! Bu haber KADIN için ikinci bir yıkım olmuştu. Ne yiyip ne içeceklerdi? ADAM, KADIN’a moral vermeye çalışarak sağlığına dikkat etmesini söyleyip görüşü tamamladılar.
Günler günleri kovaladı. Cezaevinde hastalanan KADIN terörist muamelesi gördüğü için elleri kelepçeli bir şekilde hastaneye götürülüp, muayene oluyor, ailesinin getirdiği bandrollü romanların bir kısmı cezaevi yönetimince keyfi değerlendirmelerle verilmiyor, teslimine karar verilenler ancak 15-20 gün sonra eline ulaşıyor, mektup yazması ya da alması tamamen yasaklanıyordu… Gün be gün büyüyen çocuğunun fotoğrafları belli bir adetle sınırlı tutulduğu için yeni fotoğraflar kendisine teslim edilmiyor, yapılan aramalarda eşyaları alt üst ediliyor, defalarca cezaevine girip çıkan kıyafetleri herhangi bir hafta bu kez renk uyumsuzluğu nedeniyle reddediliyor, üzerinde marka işareti dahi bulunan kıyafetleri toplanıyordu. Bunun gibi birçok onur kırıcı muameleye tabi tutulup, adeta kişiliğinin yok olması için çaba sarf ediliyordu.
KADIN içerde bu muamelelerle karılaşırken; ADAM, BEBEK ile yaşamaya çalışıyor, işsiz olmanın stresini taşıyıp, aldığı borçlarla hayatını idame ettiriyordu. Bebekleri ise artık kendi başına adım atmaya, basit kelimelerle konuşmaya ve annesiz bir şekilde büyümeye devam ediyordu.
Zaman böyle geçerken bir gün mazgal açıldı ve artık sıradan hale gelen evrak tebliğleri yapılmaya başlandı. 4 ay aradan sonra KADIN’a hakkında yazılan iddianame tebliğ edildi. Bylock kullanıcısı olması nedeniyle silahlı terör örgütü üyeliğinden cezalandırılması istenilen KADIN’ın duruşması 6 ay sonraya bırakılmış, tutukluluğunun devamına karar verilmişti. 4 ayı büyük bir ızdırapla geçiren KADIN, bu süreden daha fazlasını duruşmaya çıkmak için bekleyecekti. Bunu düşündükçe daha fazla bunalmaya, kalbi sıkışmaya başlamış, hayata dair bütün umutlarını yitirmişti. 4 ay boyunca her mazgal düştüğünde kendi tahliye haberi geleceği ümidiyle bu zor şartlara dayanmaya çalışan KADIN; duruşmasının 6 ay sonraya bırakılmasıyla dayanak yaptığı bu tek ümidini de yitirmişti. Önceden her mazgal düştüğünde bir umutla kapıya koşan ilk kişi olan KADIN; duruşma tarihinin belirlenmesiyle birlikte kendince, ümidin sesi olan mazgal sesine de kulaklarını tıkamıştı. Sık sık odasına kapanıp ağlıyor, evladını düşünüyor, artık resimlere bakmak bile hatıralarını canlandırdığı için acı veriyor, içine düştüğü bu cendereden kurtulamayacağına inanıyordu. Aynada kendine baktıkça bebeğiyle gözlerinin ne kadar benzer olduğunu düşünüp acı çekiyor, artık kendini dahi görmek istemiyordu.
Ümitsizliğin bu en derin noktasında, bir gün haberlerde Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın “MOR BEYİN” programı yönlendirmesiyle masum insanların Bylock sunucusuna bağlanmış gibi göründüğünü, buna ilişkin listelerin ilgili birimlere gönderildiğini duydu. O an için bu haberi basit bir magazin haberi gibi dinleyip, odasına çekilmişti. Yastığına başına koymuş, ailesini hayal ederken kapının mazgalı düşmüş ve ismi okunmuştu. KADIN sakin bir şekilde, artık rutine binmiş işlemlerden biri olduğunu düşünerek üstünde pijamasıyla ağır ağır odasından çıkıp kapıya yöneldi. Mazgala eğilip “Buyurun, ne oldu?” diye sorunca, “Hazırlanman için 5 dakikan var tahliye oldun” cevabını aldı. KADIN ne hissedeceğini bilemedi, duygudan yoksun bir şekilde “Emin misiniz?” diye sordu. Görevli “Zaman kaybetme, 5 dakikan var, seni bekliyoruz” dedi ve mazgalı kapattı. Koğuşta bir sevinç çığlığı ve alkış tufanı kopmuştu ancak KADIN ilk gözaltına alındığı an gibi şoka girmiş, ne diyeceğini bilemiyordu. Odasına geçip, hazırlanmaya başladı. Şahsi birkaç parça eşyasını aldıktan sonra diğer eşyalarını arkadaşlarına dağıtarak, yaklaşık 6 ay zaman geçirdiği arkadaşlarıyla doğru düzgün vedalaşamadan apar topar koğuşundan çıkartılıp, işlemlerin yapılması için idari kısma götürüldü. Kış vakti akşamın 10’unda işlemleri tamamlanan KADIN, cezaevinden dışarı tek başına çıkarılmıştı. 6 aydır dört duvar arasında duran KADIN, bir güvercin ürkekliğiyle ne yapacağını, nereye gideceğini bilememiş, o an sadece aklına eşini aramak gelmişti. Bir kişinin telefonundan eşine ulaşan KADIN, tahliye haberini verip eşinin kendisini almasını beklemeye başladı. Yaklaşık 1 saat sonra eşine ve çocuğuna kavuşmuştu.
Evine kavuşan KADIN, işsiz ve umudunu yitirmiş bir ADAM, anneye hasret ve birazda annesini unutmuş bir BEBEK ile kendi ruh sağlığı bozulmuş bir şekilde “özgürlüğüne!” kavuşmuştu. Kullanmadığı, ismini dahi duymadığı bir program yüzünden özgürlüğünden, eşinden, çocuğundan, ekonomik gelirinden, itibarından, ruh sağlığından ve hayatının 6 ayından olmuştu. Özgürlüğüne! kavuşmasına rağmen şuan bu kaybettiklerinin hiçbirisi yerine konulmamıştır ve konulamayacaktır.
KADIN gibi binlerce örnek, şuan bu toplumda, bizim içimizde yaşayıp hayata tutunmaya çalışıyorlar. Hakimler, savcılar, polisler evrak üzerinde verdikleri kararların sonuçlarını görmüyorlar. Onlar için iki sohbet arası verdikleri, kopyala yapıştır bir tutukluluğun devamı kararının KADIN gibi insanların hayatlarında ne kadar büyük bir yıkıma sebep olduğunun farkında bile değiller.
Bu adli süreç işlerken; polis listeleri sunmadan önce biraz etraflıca araştırma yapsaydı, savcı gözaltı ve arama kararı vermeden önce CMK’ da gösterilen usullere göre teknik analizler ve bilirkişi incelemeleri yaptırsaydı, sulh ceza hakimi imzasız bir A4 kağıttan ibaret evraka kesin hüküm gibi bir paye biçmeyip, o aşamada olması gerektiği gibi kuvvetli suç şüphesini oluşturur somut delil değil deseydi… Sadece bunlardan bir tanesi, o anda aslında yapması gerekeni gerçekten yapmış olsalardı; ADAM, KADIN ve BEBEK şuan da sivil birer ölü değil; hayata umutla bakan bireyler olarak yaşıyor olacaklardı…
Bugün hayatı karartılan KADIN ve ailesi idi. Ancak yarın KADIN’ın yerinde kimin olacağının ya da kimin olmayacağının garantisi yoktur. Ayarı bozulan kantar, gün gelir hepimizi tartabilir. Bugün için sadece “MOR BEYİN” biliniyor, yarın yeni tuzak programların çıkmayacağının garantisi yoktur. Hal böyleyken özellikle tutuklama kararı veren mercilerin, bu karartılan hayatların hesaplarını, vicdanlarında nasıl vereceklerini düşünmelerinin zamanı gelmiştir. Yetkililer sesimize kulak verin, bylock konusunda tabuları yıkıp, yeterli ve gerekli araştırmayı yaparak bu mağduriyetlere artık bir son verin.
Av. Vildan YİRMİBEŞOĞLU